DEPREM GERÇEKLİĞİ İLE YAŞAMAK
30 Ağustos 2020 tarihinde İzmir’de yaşadığımız deprem hepimiz için üzücü bir durum oldu. Depremin şiddeti karşısında pek çok bina hasar aldı ve onlarcası da yıkıldı. Birçok can kaybına neden olan doğal afet karşısında böylesine aciz kalmamızın bilançosu pek çok masum vatandaşın sırtına acı olarak yüklendi. Bu tarz büyük depremler karşısında ağır hasarlar alırken “hala niçin yeterli önlem alınamıyor ?” sorusu da uzun bir zaman sonra tekrar gündemin konusu oldu. Şimdi biraz bu durumu irdelemek ve üzerine tartışmak istiyorum.
Doğal afetlerin en tehlikelilerinden biri hiç şüphesiz depremdir. Yaşadığımız ülke deprem riskinin en yüksek bölgelerden biri. Ülkemizde bu güne kadar belirlenmiş olan 500‘e yakın fay hattı olduğu söyleniyor. Böylesine riskli bir konumda yaşarken neler yapmamız gerektiği konusunda oldukça bilinçsiz bir şekilde yaşamımıza devam ediyoruz. Peki burada suçlu konumunda olan kimler ? Çürük binaların yetersiz kontrol edilmesi mi? Yoksa o doğal afetlere yeterli önemin verilmemesi mi? Elbette burada en masum olan bu binalarda oturmak zorunda olan halkımız… Başımı sokacağım evim olsun mecburiyeti, bilançosu ağır olacak riskleri almaya neden oluyor insanlar için. Bu konuyu tek taraflı suçlar bir şekilde almayacağım. Çünkü tek tarafı suçlar bir tavır, bütünü görmemize engel olacaktır . Maalesef ki ülkemizde birçok sorun ile uğraşır durumdayız. Özellikle son yıllarda ekonomik sorunlar, salgın hastalıklar, eğitimdeki mevcut sorunlar, şiddet, istismar, siyasi olaylar… Ve sayılabilecek onlarca sorunla baş eder haldeyiz. Bunca şey ile baş eden bir ülke olarak, yıllarca aslında hayati öneme sahip olan doğal afetleri gözardı eder duruma gelir olduk. Yakın tarihimize baktığımızda 17 Ağustos 1999 Gölcük depremi , 12 Kasım 1999 Düzce depremi, 23 Ekim 2011 Van depremi, 24 Ocak 2020 Elazığ depremi ve son olarak 30 Ekim 2020 İzmir depremini atlattık. Geçtiğimiz 20 yıl içinde daha saymadığımız onlarca deprem gerçekleşti. Burada adını verdiğimiz depremler , büyük kayıplar yaşadığımız ve tüm toplumu derinden etkileyen, üstünden yıllar geçse de unutamayacağımız depremler olarak hafızamıza yerleşti. Peki 20 yılı aşkın süre geçmiş ve hala bu konu üzerine eğrilmemiş toplumumumuz, ilgili kurum ve kuruluşlarımız neden hala yeterli özveriyi gösteremiyor ?
İnsanlık hep büyük yaralar aldığı alan neyse onun yaralarını iyileştirmek için çaba sarf eder ve çözüme kavuşturmanın bir yolunu arar. Örnek verecek olursam: Japonya depremin en yıkıcı yaşandığı ve bu gerçeklikler yaşamak zorunda olan ülkelerden biri, şimdi ise çok yüksek şiddetli depremlerde bile can ve mal kaybına uğramadan depremleri atlatıyorlar. Bunu sağlamak için konut inşaatında raylı bir sistem kullanıyorlar. Binanın temeli sarsıntıdan etkilense de bütün binanın sarsıntıdan etkilenmesini
engelliyorlar. Yani bir bakıma titreşimi absorbe ederek, bu şeklide can ve mal kaybını en aza indirgenmiş oluyorlar. Buradan anlaşılacağı üzere Japonya yarasının nasıl iyileştireceğini çözmüş ve bunu için harekete geçmiş bir ülke.
Peki ülkemizde neden böyle bir yapı inşaatı gerçekleştirilmiyor?
Yıllar içinde geçirdiğimiz onlarca deprem oldu. İlk olarak sismik izolatör sistemi kullanımı için ilk adımı 1999 Gölcük depremi sonrası attık fakat yaraların kabuk bağlaması bu konunun üstüne düşülmemesine neden oldu. Daha sonra oluşan her depremin ardından yaralarımızın kabuğu yine kalktı ve tekrar kabuk bağlamaya başlayınca yine unuttuk. Belki de bizi umutlandıracak en güzel çalışma bu önlemlerin önce hastaneler için kullanılmaya başlanması oldu . Hastanelerde ilk olarak 2006 yılında Elazığ’da kullanılan bu sistem 2020 yılında gerçekleşen depremin ardından binanın hasarsız bir şekilde depremi atlatması ile bir kez daha ne kadar faydalı bir sistem olduğunu kanıtlamış oldu. Son yıllarda özellikle bazı hastane, havaalanı ve resmi kurumların inşaatında sismik izolatör sistemi daha fazla kullanılmaya başlandı fakat konut yapımında kullanıma dair herhangi bir zorunluluk yok. Bu durum birçok müteahhitlerimiz tarafından ya bilinmiyor ya da kullanılması tercih edilmiyor. Tabii bu durumda etkili bir nokta da maliyet kısmı. Ülkemiz, yüksek nüfuslu bir yapıya sahip, bu durum toplu alanlarda ( hastane ) sismik izolatör kullanılsa da konut yapımında yetersiz bütçenin de etkisine bağlı olarak kullanılmamasına neden olmaktadır. Hastane gibi alanlarda kullanılmaya başlanması sevindirici olsa da Japonya, ABD gibi ülkelerin yanında oldukça vasat durumdayız.
Bu kadar yapıdan konuşunca kentsel dönüşüm konusuna da değinmem gerektiğini düşündüm. Bildiğiniz gibi kentsel dönüşüm, ülkemizde belli bir yaşın üstündeki binalar ya da depreme dayanıklı durumda olmayan yapı, zeminlerin yeniden düzenlenmesi ve inşa edilemesi üzerine başlanmış bir projedir. Günümüzde pek çok bina yıkılıp ihaleye çıkarılmakta ve daha sonrasında depreme daha dayanıklı hale gelecek şekilde binalar inşaa edilmektedir. Fakat hiçbir konut yapımında sismik izolatör kullanılmamaktadır. Aslında kentsel dönüşüm kapsamında yapılması en elzem olan yenileme çalışmasının bu olması gerekirken neden uygulamaya konulmadığı üzerine konuşulması gerektiğini düşünüyorum.
Bunun dışında ülkemiz vatandaşının ve belediyelerin dört bir koldan uyguladığı seferberlik gerçekten birlik olmayı, birlikten güç bulmanın ne kadar değerli bir şey olduğunu bir kez daha kanıtlar nitelikte olmuştur. Bu ülkenin vatandaşı yaşanılan her zorlukta sevmeyi, değer vermeyi, insanlığı en güzel şekilde temsil etmiştir. Ancak bu birliktelik ve dayanışmamızı bilim ve teknolojik gelişmelerle pekiştirmediğimiz sürece, Japonya gibi altyapımızı sağlamlaştırmadığımız sürece, bu dayanışmamız birbirimizi teselli etmekten öteye gitmeyecektir. Bizlerin artık teselliye değil, somut gelişmelere ihtiyacı var. Sevgi, ona gösterilen etken ilgiyle doğru orantılıdır. Japonya’nın halkına verdiği değeri dilerim biz de bir gün kendi insanımıza verecek koşul ve imkanlara ulaşırız.
Sözlerimi 11 Mart 2011 yılında Japonya’da gerçekleşen 9.1 büyüklüğündeki deprem görüntüleriyle sizi baş başa bırakarak bitiriyorum.
Köşe Yazarı: Sibel Süslü